ORTAK HÜZNÜN MELODİLERİ Ortak hüzün: Her insanın incineceği gerekçelerden oluşur ortak hüzün. Ayrılık, yoksulluk ve ölüm başta olmak üzere, insanın birebir yüzleştiği-yüzleşeceği tüm kederler yaşamsal bir gerçekliktir ne yazık ki. Bu tür acıları yaşadığımız veya tanıklık ettiğimiz anlardaki insansal etkileniş, bu algılardan yoksun olanlar dışında bütünüyle aynıdır. Adı geçen kavramlar gök kubbede uçuşan kıvılcımlar gibidir, bir şekilde tüm insanlara ulaşır ve yakar… Ortak hüznü taşıyan müzikler: Blues, fado ve flâmenko tarzındaki müziklerin yaygınlığı, onların notalarını dizeklere taşıyan duygunun ortak (evrensel) oluşundandır. Sözlerini anlamasa da, ritim ve haykırış, dinleyen açısından yabancı değildir. Aynı gerekçeyle olmasa bile, yukarıda saydığımız hüzünlerden biri mutlaka hareketlenir işitenin yüreğinde. Ve herkes kendi hüznünü akıp giden melodilerin eşlik ettiği haykırışlarla yeniden yaşar. Bizim bozlağımız da öyledir. Yeteri kadar yaygınlaşmamış olsa da aynı türdür. Bozlağı, daha çok flâmenko’ya benzetirim; kıvrak ritimler içerir genellikle, buna rağmen yürek yakan bir öyküyü aktarır çığlık çığlığa… Yukarıda da vurguladığım gibi, bu tarz müzikler ayrı ayrı hüzünleri vurgulayarak yola çıksa da, kartopu gibi büyüyerek içimizde gelişen her türlü sızıyla bütünleşmiş ve taşkın duygularımızı akorlar halinde açığa çıkarmıştır. Neyin öyküsünü anlatırsa anlatsın, mevsimsel dönüşümlerin uyardığı her duyguda yaşanmış veya (korkulan) olası hüzünlerin yarattığı ezgiler yankılanıp durur zihnimizde; şu an, bir ucundan zayıf bir direnişle ağustosun, diğer ucundan da (ezici) sert zamanların kademeli gücüyle çekiştirdiği eylül hüznü gibi. Duyumsayanlar açısından her türlü dramatik sürecin tercümanlığını yapan bu müziklere ilgi hiç azalmadı; insanla birlikte hüzün de çoğalıyor çünkü… Yeni tarz, adı altında, bu tür müzikler eğilip-bükülüyor olsa da, bu aptalca arayışların uzun süreçte boşa çıkacağı kuşkusuzdur; acıların içine şeker serpiştirerek elde edilecek bir tat, yürek açısından anlamsızdır; çünkü duyularımız sapla samanı karıştırmaz. Eylül hüznü dedim de, Vivaldi’nin dört mevsim (The Four Seasons) konçertosu geldi aklıma. Olağanüstü bir eser ve bir başyapıt. Farklı enstrüman ve ritimlerle anlatıyor mevsimleri; gök gürültüsü, baharda öten kuşlar, derelerin coşması, ormanda ağaçların uyanması, hasat zamanı, buzdaki kayganlık… Kimileri için, simgesel ritimlerin çağrıştırdığı anları bellekte canlandırmak zor değildir belki; ama bu şaheser, kitlelere yukarıdaki duyguları aktarmıyor. Üstün bir sanat eseri olması, onu doğaçlamayla yola çıkılan müzik türlerinden “iri bir çizgiyle” ayırıyor. Duygular akıl süzgecinde ve bir disiplin altında düzenlenerek yüreğe, oradan da kılı kırk yararak notalara akıyor. Ne var ki, dizeklere yerleştirilen notalar yukarıdaki türler gibi, geniş kitleleri etkilemiyor. Elinde broşürü bulunan acemi biri, klasik Batı müziğini dinliyorken mevsimsel hareketliliği algıladıktan sonra, kurguladığı görüntülerden sevinç ya da hüzün duyabilir belki, ama yukarıda sözünü ettiğim müzik türü böyle değil; hiçbir ön bilgiyi, ya da kurguyu gerektirmez, mıknatısla yan yana duran metal parçası gibi etkileşirler… Ortak hüznü taşıyan notaların barındığı türleri vurgularken, mevsimsel etkilenişe ilişkin “eylül hüznü” vurgusu Vivaldi’nin ünlü eserini çağrıştırdı birdenbire; her sade vatandaşın yapabileceği türden kısa bir analiz yapmaya çalıştım. Özellikle yukarıda söylediğim gerekçeyle bu, bir tartışmaya yol açmaz kuşkusuz; az sayıdaki insanın, ya da özel ilgi duyanların bütünleştiği müzik türünden dünya halklarının ortak hüzün algılamasını kim bekleyebilir ki? Zaten halklar da acılarının üstün bir sanatla, inceltilmiş ve kurgular yüklenmiş bir biçimde sunulmasıyla ilgilenmiyor. Açlık, ölüm ve ayrılığın yanındaki tüm acılara isyan eden haykırışlar ve ezilmişliğin sesini yansıtan ritimlerdir halkların yakınlık duyduğu. Bu tür müziklerin yaratıcısı da kendileridir zaten. 05 Eylül 2011 |