MEN DAKKA DUKKA-MUTMAİN VE KİN
Atatürk’e yapılan saldırılar “ilahi egemenliğin ulusal egemenliğe dönüşeceği fikri”nin Amasya Tamimi ile sezinlenmesinden sonra başladı. Daha sonra, ardı arkası kesilmeyen suikastlar zincirinin halkalarında “karşı devrim”cilerin, M. Kemal’in tanımıyla: “birtakım şeyhlerin, seyitlerin, dedelerin, çelebilerin, babaların, emirlerin” ve onlarla işbirliği yaparak iktidarı ele geçirmek isteyen güçlerin bağlarına tanıklık ettik. “Bu kişilerin arkasından sürüklenen, yazgılarını ve canlarını falcıların, büyücülerin, üfürükçülerin, muskacıların ellerine bırakan insanlardan oluşan bir topluluğun uygar olamayacağı” gerçeğinden yola çıkarak gerçekleştirilen devrimleri ve sancılarını yaşadık…
Kurtuluş Savaşı’nda sergilenen birliktelikte herhangi bir sorun yoktu; savaş, işgalciler ve onların işbirlikçilerine karşı sürdürülmüş, tarihin altın sayfalarına yazılacak olan büyük zaferle sonuçlanmıştı. Ne var ki, bu aşamadan sonra bütünlük bozuldu. Kurtarılmış bulunan devletin yapısı ve nasıl yönetileceği konusunda yaşanan ayrışma, ne yazık ki, ilerleyen süreçte daha da derinleşti.
Din adına çıkartılan isyanlar bastırılsa da, halifeliği savunanlar bir şekilde tarafsızlaştırılsa da, “kin”e kaynaklık eden ruh varlığının sürdürülmesi engellenemedi. Cumhuriyet’i kurma girişimlerinde yaşanan gerginliğin bünyesinde filizlenen “öç alma” duygusunun gelişerek ülke topraklarını sarıp-sarmalamasında sosyolojik gerçekliğin payı da büyüktü kuşkusuz.
Devrim’in sıcaklığı ile buharlaşan bir duygu ve onun beslediği bir düşününün, bulut bulut kümeleşerek geri dönüşüne olanak sağlayan rüzgârın 195O de esmeye başladığı sır değildir. Gizlemediler zaten, sağanağa dönüştükleri her koşulda Demokrat Parti’nin devamı olduklarını dillendirerek, yan yana dizilmiş kahramanlarının devasa resimlerini ülkenin tüm cadde ve sokaklarında sergilediler…
Farklı yapılarla da olsa 1950’den beri Terakkiperver Cumhuriyet Partisi’nin zihinsel biçimine özgü uygulamalarla evirildik. Böyle olsa da, Atatürk’e ve o’nun kurduğu kurumlara olan kin tükenmedi bir türlü. Altın çağlarını yaşadıkları bu günlerde, yıllardır külün ateşi barındırdığı gibi, yüreklerinde sakladıkları kini ortalığa saçarak gururlanıyorlar adeta. Cumhuriyet’in bütün kurumlarını kontrol ederek diledikleri biçime dönüştürüyorlar. Ülkede tüm yaşam bir çift dudağın hareketiyle şekilleniyor. İnsanları ısrarla “taraf” olma konusunda uyarıp tehdit ediyorlar. Köken ve inanç konusunda toplumsal bölünmeye yol açacak davranışlar sergilemekten çekinmiyorlar. Bilinç veya bilinçaltı direktiflerin gölgesinde süren gelişmelerle savrulan kesim ne yapacağını bilmez bir halde, şaşkın…
Halkın yarısının benimsemediği bir anayasa paketini TBMM’den oy çokluğu ile geçirdiklerinde iktidar partisinin lideri, “mutmain*” olduğunu söylemişti. 30 Mart 2012’de aynı yöntemle çıkartılan eğitim yasası ile, daha önce meclisten geçen, kişiye özel MİT yasası nedeniyle de başbakanın “mutmain oldum,” dediğine tanıklık ettik. İmam Hatip Okullarının orta kısmına yeniden hayat verecek olan tasarının gerçekleşmesi nedeniyle başbakan yardımcısı ve hükümet sözcüsü de Arapça, “yaparsan yaparlar” anlamında, “men dakka dukka,” diyerek 28 Şubat sürecine gönderme yapmıştı. Başka bir deyişle, yeni eğitim yasasının kesintisiz sekiz yıllık eğitimin rövanşı olduğunu vurgulamıştı. Yasanın kabul edilmesinden sonra, başbakanın: “28 Şubat’ın izlerini sildik,” demesi de bu amacın açık bir şekilde yansıtılmasıydı kuşkusuz. Böyle olmakla birlikte, dinin: hukuksal, eğitimsel ve kültürel alandan soyutlanmasını amaçlayan laikliğin delinmiş olmasıydı gerçekleşen şey.
Uzlaşı istemediler, sayısal üstünlükleri nedeniyle istedikleri her yasayı dayattılar. Uzlaşı fedakârlık gerektirdiği için doyuma ulaşma olanağı yoktur. Başka bir deyişle, uzlaşı nedeniyle “mutmain” olunamaz. 1923 – 1950 yılları arasındaki uygulamaların çoğu onlar için dayatmaydı. İşaret parmaklarını uzatarak, iki de bir “men dakka dukka” demeleri de bu yüzden. “Yaparsan yaparlar”dır, öç almadır vurguladıkları şey. Öç almaya ilişkin uygulamaları nedeniyle kendi dünya görüşlerini paylaşan Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın bir sempozyumdaki (2 Nisan 2012) uyarısı bu gerçekliği tüm açıklığı ile gözler önüne serdi. Başkan’ın, yapılacak reformların geçmişten intikam alma aracı olarak kullanılmaması uyarısı ve ardından “Aktörleri değişmiş yeni vesayet odaklarının oluşmasına imkân vermeyen samimi değişimlere inanmak istiyoruz. Hukuk sistemini geliştirirken, yeni mazlum ve mağdur oluşturmayalım,” çağrısı “öç alma” arzusunun ne denli belirginleştiğinin de kanıtı oldu.
Demokrasi konusunda Atatürk’ün tavrı da eylemleri de açık. “Türkiye’de tek kişiye dayanan yönetimin sona erdiğini görmeden ölmek istemiyorum, tek amacım demokrasidir,” derken, geleceğin bireylerinden : “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller,” diye söz ediyordu. Engin görüşleri doğrultusunda da “Türk Gençliğine Hitabe” sini bıraktı.
Milli Eğitim Bakanlığı da yapmış bulunan başbakan yardımcısının, “ne var bunda, ayet mi,” dediği, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nin okullardan kaldırılması tartışıldı 2012 Türkiye’sinde. “Dindar bir nesil yetiştirmek istiyoruz,” diyen başbakanın, kendi dünyasına özgü anlamaları yansıtan bir şairin “Gençliğe Hitabe” şiirindeki, “ kalbinin, beyninin, dilinin, dininin ve kininin davacısı bir gençlik istiyorum,” dizelerini ekranlardan vurgu yaparak okuduğuna tanıklık ettik. Yetmedi, kısa bir süre sonra da (5 Mayıs 2012) “tek din”in Kırmızıçizgileri’nden biri olduğunu, vurgu yaparak dillendirdi… Eğitim ve sanat başta olmak üzere tüm yaşamı kendi dünya görüşlerine göre düzenlemek konusunda hiçbir çekince göstermediler.
Kin’e ilişkin söylem yeni değil. RP’nin iktidar olduğu dönemde de kimi milletvekillerinin, belediye başkanlarının ve kimi dini liderlerin: “kininize sımsıkı sarılın ve asla ondan vazgeçmeyin,” diye haykırışlarına tanıklık etmiştik…
Ulu öndere çekinmeden ve her koldan, diledikleri gibi saldırıyorlar. Bu saldırı yalnızca yarattığı kurumlarla da sınırlı değil, kimliğine ve kişiliğine de dil uzatıyorlar. O’na ilişkin atılmamış iftira, yapılmamış hakaret kalmadı. Amaçlarına ulaşamayacak olsalar da, bu tutumlarını sürdürmeye kararlılar. 2012 Mayıs’ının ilk çeyreğinde yönetimin başkanlık sistemini tartışmaya açması aşamasında da “pes” dedirtecek nitelikte şeyler söylenip-yazıldı. Sabah Gazetesinde görevli, adı Emre, ben farklı söylüyor olsam da soyadı Aköz olan bir köşe yazarı, Atatürk’ün başkanlık sistemini neden istemediğine ilişkin makalesinde, Atatürk’ün geceleri eğlendikten ve konuklarını gönderdikten sonra, yatmadan önce mutlaka etsiz kuru fasulye yediğini, bu nedenle de ertesi günü saat 11.oo den önce uyanamadığını, başkanlık sistemi çalışkan ve dinamik olmayı gerektirdiği için de, o’nun yaşam tarzına uymayacağını saygısızca vurguladı. Aynı yazısında, bu sistemin nitelikli ve çalışkan bir lider olan başbakan Erdoğan’a uygun düşeceğini dillendirirken zihniyetine özgü bir kıyaslamada bulundu.
Yine, her süreçte olduğu gibi bir gurup akademisyen de bu aşamada Atatürk ilkelerinin çağdışı olduğuna ilişkin görüşlerini koro halinde seslendirmekten geri durmadı. Ulu önder’in “hain,” diye nitelediği kişileri “kahraman” ilân edip, kimilerinin de heykelini dikmeleri, 1923 ve sonrasına ilişkin uygulamaları saptırarak İnönü’nün kimliğinde Atatürk’e saldırmaları da yukarıdaki zaman diliminde gerçekleşti.
Çağdaşlaşmaya ilişkin serüvenimizin gerçek sancısı olan ve dönüşümün yollarına mayın döşeyen zihniyetin geleneksel kültür üzerinden yükselişini sosyolojik açıdan inceleyen bir çalışma bulunmasa da, bizi utandıran demokrasi tarihimizin sancılı yıllarını dillendiren pek çok kaynak yaşadığımız çelişmeleri ayrıntılarıyla sunuyor bize. Her şey güç (iktidar) uğruna yapıldı. Ulu önderin kurduğu sistemle birey yaratma projesi askıya alındı ve güç’e tapan bir toplum yaratmak için yarışıldı adeta. Süreç tüm hızıyla ilerliyor. Yol alınmadığı söylenemez. Daha önce ayrıntılarıyla yazdığım, her konuda utanç veren birinciliği kimseye kaptırmadığımız AHİM’in raporları ortada. Uluslar arası, Economist, Ipsos vd. gibi saygın kurumların araştırmaları da öyle, can yakıcı türden.
Şubat 2012’de IPSOS’un mutluluk konusunda yapmış olduğu araştırmaya göre Endonezya, Meksika-Hindistan, sonra da Türkiye var mutluluk listesinin başında. Dünya üçüncüsü olmuşuz. Yaşam koçlarımız bu durumu, “parayla saadet olmaz” fikrinin göstergesi olarak değerlendirdi. Farkındalık bilinci gelişmemiş, eğitim oranları son derece düşük, evrensel insan hakları konusunda fikri bulunmayan insanların değerlendirmelerine bakılan penceredeki hüzün görülmedi. Yolsuzlukla, hukuksuzlukla, etnik ya da dinsel sorunlarla harmanlandıktan sonra, sınırlı bir çoğulculuk görüntüsünün gölgesinde, tek parti egemenliği ile anılan hibrit yönetimlerin oyuncağı olan kitlelerin mutlu oluşu Orta Çağ’a özgü bir yaklaşımla değerlendirildi. İleri demokrasi aşamasında bulunduğumuz dillendirilirken 167 ülke arasında tam ve kusurlu demokrasiler arasında yer alamayışımız, Tanzanya ve Uganda gibi ülkelerin yer aldığı hibrit (karışık) rejimler gurubunda Nikaragua ile 89. sırayı paylaşmış olmamız
mutluluğumuza asla gölge düşürmedi… |